The Lobster, 2015
Yönetmen: Yorgos Lanthimos
"Köpek Dişi, ardından Attenberg ve Alpler’de toplumsal kodları yıkarken akıllarımızı karıştırmayı alışkanlık haline getiren Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos, ülkesi dışında çektiği ilk filmi The Lobster’da izleyiciyi distopik bir geleceğe götürüyor. Başrollerinde Colin Farrell ve Rachel Weisz‘in yer The Lobster, yalnız kalmış, ilişkisi olmayan insanların tutuklandığı, alternatif bir gelecekte geçiyor. Bekâr olmanın yasadışı olduğu, bu suçu işleyenlerin, seçtikleri bir hayvana dönüştürüldüğü bir dünyada geçiyor. Karısı tarafından terk edilen çaresiz bir adam tuhaf, gerçeküstü, sıra dışı, huzursuz edici kuralların hüküm sürdüğü bu toplum düzenine ayak direyecektir."
İyi seyirler.
Filmle ilgili eleştirmenlerin düşünceleri;
Lee Marshall, Screen Daily
Robbie Collin, Telegraph
Guy Lodge, Variety
Eric Kohn, Indiewire
"Köpek Dişi, ardından Attenberg ve Alpler’de toplumsal kodları yıkarken akıllarımızı karıştırmayı alışkanlık haline getiren Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos, ülkesi dışında çektiği ilk filmi The Lobster’da izleyiciyi distopik bir geleceğe götürüyor. Başrollerinde Colin Farrell ve Rachel Weisz‘in yer The Lobster, yalnız kalmış, ilişkisi olmayan insanların tutuklandığı, alternatif bir gelecekte geçiyor. Bekâr olmanın yasadışı olduğu, bu suçu işleyenlerin, seçtikleri bir hayvana dönüştürüldüğü bir dünyada geçiyor. Karısı tarafından terk edilen çaresiz bir adam tuhaf, gerçeküstü, sıra dışı, huzursuz edici kuralların hüküm sürdüğü bu toplum düzenine ayak direyecektir."
İyi seyirler.
Filmle ilgili eleştirmenlerin düşünceleri;
“Dogtooth” ve “Alps” filmleri ile öne çıkan yönetmen Lanthimos, her zaman çalıştığı senaristi Efithimis Filippou ile komedi ve dramı bir arada tutan siyah absürd bir film ile geri dönüyor. İlginç bir hikayeye sahip olan film, içinde bir tür avant-garde tiyatro tavırları barındırıyor. Bize anti ütopik bir dünya sunarak o 45 gün içine hapsedilmemizi sağlıyor. Oldukça başarılı oyunculuklar, tutarlı diyaloglar ve prodüksiyon ile baştan sona izlemesi keyifli bir seyir.
Lee Marshall, Screen Daily
Farrell bu filmde gerçekten çok sevimli ve başarılıydı. Daha önce rol aldığı In Bruges filminde olduğu gibi burada da şaşırtıcı derecede hareketli ve baş döndürücüydü. Filmin her bir karesi insana rüya gibi bir sağduyu yaşatıyor.
Robbie Collin, Telegraph
Lanthimos beni çok şaşırttı. İyi bir senaryo ve film ile sahalara geri dönüşü gerçekten başarılıydı. İnanılmaz derecede komik bir protestoya karşı böylesine toplumsal bir tercihi filme entegre etmek ve buna birde mantık içerisinde aşk hikayesi katmak dahiyceydi. Özetle yönetmenin kendi vizyonunu harika ama bir o kadar da çarpık bir dünyada sunması takdire şayan.
Guy Lodge, Variety
Kendine has karakterleri, korkunç koşullarda gerçekleşen ve insanı derinden etkileyen hikayenin ölçeği çok başarılı. Lanthimos’un en özgün performansı ile şimdiye kadarki filmlerinin en müthişi ile karşı karşıyayız. Farrell liderliğindeki bu zor dengeyi sağlam tutuması da cabası.
Eric Kohn, Indiewire
Taxi Teheran (2015)
Yönetmen: Jafar Panahi
Bu filmde, İran'ın son dönemde yetiştirdiği en iyi yönetmenlerden olan Jafar Penahi'nin İran hükumeti tarafından konulan yurtdışına çıkma ve film çekme yasağını dahice bir yöntemle delmesine tanık oluyoruz. Bir taksi şoförü olarak İran sokaklarına çıkan ve sadece arabasına koyduğu kamerasıyla, taksi müşterileri vasıtasıyla Tahran'ın gerçek bir profilini ortaya koyan Taksi Tahran, 2015 Berlin Film Festivali'nde Altın Ayı ödülüne layık görüldü.
İyi seyirler.
Bu filmde, İran'ın son dönemde yetiştirdiği en iyi yönetmenlerden olan Jafar Penahi'nin İran hükumeti tarafından konulan yurtdışına çıkma ve film çekme yasağını dahice bir yöntemle delmesine tanık oluyoruz. Bir taksi şoförü olarak İran sokaklarına çıkan ve sadece arabasına koyduğu kamerasıyla, taksi müşterileri vasıtasıyla Tahran'ın gerçek bir profilini ortaya koyan Taksi Tahran, 2015 Berlin Film Festivali'nde Altın Ayı ödülüne layık görüldü.
İyi seyirler.
Gitmek: Benim Marlon ve Brandom, 2008
"Kim uçurdu acaba kafamı? Ben kafam olmadan da yaşarım. Çünkü elim, kolum, bacaklarım var sana ulaşmak için. Ve bir de el bombası gibi fırlatıp tüm kahrolası sınırları havaya uçuracak bir kalbim."
Love, 2015
Yönetmen: Gaspar Noé
“1 Ocak, sabahın erken saatleri. Telefon çalar. Murphy, genç karısı ve 2 yaşındaki çocuğunun yanından kalkar ve telesekreter mesajını dinler: Electra’nın annesinin sesi endişelidir ve kızı hakkında bir şey duyup duymadığını sormaktadır. Electra bir süredir kayıptır. Annesi, onun başına kötü bir şey geldiğinden şüphelenmektedir. Uzun ve yağmurlu bir günün sonunda Murphy, kendisini evinde yalnız bulur; hayatının aşkıyla, Electra ile 2 sene boyunca yaşadığı hatıraları anımsamaktadır. Verilmiş sözler, oynanmış oyunlar, yapılmış taşkınlıklar ve hatalarla dolup taşan bir tutku yeniden alev almaktadır...
“1 Ocak, sabahın erken saatleri. Telefon çalar. Murphy, genç karısı ve 2 yaşındaki çocuğunun yanından kalkar ve telesekreter mesajını dinler: Electra’nın annesinin sesi endişelidir ve kızı hakkında bir şey duyup duymadığını sormaktadır. Electra bir süredir kayıptır. Annesi, onun başına kötü bir şey geldiğinden şüphelenmektedir. Uzun ve yağmurlu bir günün sonunda Murphy, kendisini evinde yalnız bulur; hayatının aşkıyla, Electra ile 2 sene boyunca yaşadığı hatıraları anımsamaktadır. Verilmiş sözler, oynanmış oyunlar, yapılmış taşkınlıklar ve hatalarla dolup taşan bir tutku yeniden alev almaktadır...
Youth, 2015 (Replik)
"Haklıydın, tek anladığım müzik. Peki nedenini biliyor musun?" pic.twitter.com/Xi84R8cbYJ
— tout va bien (@OnurTulum) 7 Kasım 2015
Mike Leigh
''Bana hollywood ve gözüme iğne batırma seçenekleri verilse.İğneleri seçerdim.'' Mike Leigh pic.twitter.com/9Ny86bfOAY
— tout va bien (@OnurTulum) 27 Ekim 2015
Yedirenk Dergi'de yayınlanan Zeki Demirkubuz röportajı
Yedirenk Dergi'den kapalı bir pazar günü okunacak nefis bir Zeki Demirkubuz röportajı.
http://t.co/u4pNPTJkfm pic.twitter.com/lV8GE8Fd5c
— tout va bien (@OnurTulum) 18 Ekim 2015
Zeki Demirkubuz: Nuri Bilge'yle 2006'dan beri konuşmuyoruz
Çınar Oskay
Yalnızlığına düşkün bu ‘aksi’ adam bu ülkede film çektiği için kim bilir kaç kişi kendini daha az yalnız hissediyor… Son filmi ‘Bulantı’yı seyretmek için ofisindeyiz. Duvarda Dostoyevski portresi, masasında Nietzsche’den ‘İşte İnsan’… Işıklar sönüyor, film başlıyor...
** Neden kendiniz oynadınız bu filmde?
- ‘Ahmet’ karakteri için 50 yaş civarı biri gerekiyordu, seçenekler azdı. Çekime bir hafta kala son görüştüğüm oyuncunun da olmayacağını anladım. Benimle çalışmak için geberdiğini söyleyen bazı oyuncular bile -çok iyi biliyorum- sevişme sahneleri yüzünden kıvırdılar. Şakayla, “Olmazsa kendim oynayacağım” diyordum, sonunda öyle oldu.
** Nasıl geçti peki?
- Çok zor bir roldü, çok diyalogluydu. Zorlandım, kâbuslar gördüm. Rezil olmak da vardı. Çektiğim en kişisel film bu. Kötü olsa çöpe atacaktım zaten.
** Bir aktör sevişme sahnesinden neden kaçar?
** Allah allah, neden?
- İnanışları yüzündendir. Son yıllarda çok olmaya başladı bu. İnsanlar film çekimine başka türlü bakmaya başladı. Sonunda Alevi bir kapıcı razı oldu. Bir sonraki filmim ‘Kor’u biraz da bu yüzden Alevilerin ve solcuların yaşadığı Güzeltepe’de çektim. Hiçbir sorun olmadı.
**Genç oyuncuların performansı çok iyiydi bence. Siz memnun kaldınız mı?
- Şebnem Hassanisoughi, Öykü Karayel, Cemre Ebuzziya, inanılmaz çıktılar.
** Oyuncuları çok zorluyormuşsunuz. Hatta seti terk etme noktasına geliyorlarmış. Doğru mu?
- Gerektiğinde olan bir şey. Yüksek ve değerli ilişkiler rollerimizi bırakarak mümkün olur. Şimdi ben yönetmen rolüyle gelmişim, hava atacağım; oyuncu onca dizinin, filmin, tiyatronun iyi oyuncusu kimliğiyle gelmiş... Korkunç bir aldatma sahnesi çekiyorum, izledin. “Ahmetçiğim şöyle şöyle yapıyoruz, tamam Zekiciğim, oldu mu” filan... Böyle olmaz! Yani iyi bir sahneyi kimliklerimizle çekemeyiz. 20 senelik yönetmenim. Bir yönetmen koltuğum olmadı.
** Seti terk etme aşamasına nasıl geliyorlar?
-Yüzlerce tekrar... Bazen egosu kırılıyor oyuncunun olmayınca. Alınıyor. “Ben mi yapamıyorum” tribine giriyor ya da umudunu kaybediyor. O zaman ayrılıyoruz.
** Oldu mu böyle şeyler?
- Hemen her filmde büyük küçük olmuştur. Ben kimseyle kötü bir şey yaşamaktan korkmam, yeter ki bir arada olma nedenimizi, adalet duygumuzu ve kalitemizi yitirmeyelim.
Oyunculara iyi olduklarını gösterecekleri senaryoyu verebilen tek adam benim
** Filmlerinizde hep aldatma teması var. Bu sefer de erkek aldatmasını işlemişsiniz.
- Feministler yıllarca haksızlık etti bana. Bu sefer erkeği aldattırayım da rahatlasınlar... Yaşamın esası ihanettir, kötülüktür. Bu tür şeyleri bir biçimde gerçekleştirmektir. İyilik, güzellik, sadakat bir çözüm arayışı olarak ortaya çıkmıştır. ‘Düzen’ deriz, ‘iktidar’ deriz ama insan doğasını kazırsak ulaşacağımız yer yaradılıştaki sakatlıktır. Sinemamı bunun üzerine oturtmaya çalışıyorum.
** Nasıl bir sakatlık?
- İnsan çoklu dürtülere, çelişkili bir yapıya sahip. Huyu suyu günden güne değişir. Bizi ‘ideal’e, ‘doğru’ya götüren, güzeli özlememize sebep olan budur. Benim kötücüllüğü, ihaneti anlatmam normal. O hümanist mesajları verenler, baksan benden daha karanlık adamlar çıkabilir. Ama söz söylemeye geldiğinde pek sağduyulu olurlar. Ben inanmak istediğime değil, inanmak zorunda olduğuma kulak veririm.
** Bugüne kadar çalıştığınız en iyi oyuncu kim?
- Nergis Öztürk’ün yeri başka. Başlangıçta en kötü şeyi yaşamak üzereyken bu durumu en iyisine dönüştürme gücü ve şahsiyeti göstermesinden belki ama “Şu ya da bu” demek gerçekten haksızlık olur. Son filmdeki Caner Cindoruk, Taner Birsel ve Aslıhan Gürbüz’ün karakterleri yoğun ve zordu; muhteşem de oynadılar. Ama Güven Kıraç da öyleydi, Haluk Bilginer, Derya Alabora da. Bu soruyu en iyi biraz ukalalık yaparak cevaplayabilirim. Ben oyunculara iyi oyuncu olduklarını gösterme fırsatı çıkaran senaryoyu verebilen, buna göre sahneler yazabilecek, -neredeyse değil- tek insanım bu ülkede. Ve iyi oyuncu ancak iyi yazılmış senaryo ve sahneyle ortaya çıkabilir. Aslında mesele bu.
** Farkınız ne?
- Oyuncuya ölürcesine, bütün enerjimle emek veriyorum. Üç senede bir film çekiyorum. Kamera arkalarına bakın, nasıl yaşlanmışım her birinde.
BEN DEVRİM FİLAN YAPMADIM
** Türk sinemasında Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem, Yeşim Ustaoğlu gibi yönetmenlerle beraber bir devrim yaptığınız düşünülür. Buna katılıyor musunuz?
- Bundan haberim yok. Böyle bir şeye inansaydım, “Ulan kitapsızlar, bu devrimin lideri benim” deyip hepsine darbe yapardım. Tayyip Erdoğan’ın AKP’de yaptığı gibi. Devrimle yapılmış şeyler biraz öyledir. Ben devrim falan yapmadım. Bir filmi çekerken kalbime, yıllar boyunca hangi duygularla baş ettiğime baksalar çok şaşırırlardı. Ben yalnız olmak istiyorum.
** O dönem aranızda bir ruhbirliği yok muydu?
- Yok öyle bir şey. “Ahmet, Mehmet” demeyeyim ama bir-iki kişi hariç hiçbirini sevmem.
** Nuri Bilge Ceylan’la küs olduğunuz doğru mu?
-Evet. 2006’dan beri konuşmuyoruz.
** Yollarınız neden ayrıldı?
- Böyle demek fazla anlamlı olur. Hayat böyledir. İnsanın arkadaşları olur, sevgilileri, ahbapları olur; bir dönem sonra herkes yoluna gider.
** Sinemaya Zeki Ökten’in asistanı olarak başladınız. Siz birini yetiştiriyor musunuz? Çıraklık geleneği devam ediyor mu?
GEZİ’NİN ANCAK YÜZDE 20’Sİ BEDEL ÖDEMEYİ GÖZE ALABİLİR
** 12 Eylül’de hapse girdiniz. “12 Eylül’de bile böyle şeyler görmedik” diyenler var. Bu doğru mu?
- Umberto Eco’nun sözündeki gibi: “Hiçbir şey değişmedi, cisimlerin konumundan başka.” Değişmiş gibi gözüken aynı adamlar. Yaşadığın anın yakıcılığı ve canlılığı yüksektir. Geçtikten sonra acısı hafifler. Ama şu açıdan haklı olabilirler: Bu hükümet bunları hukuk, demokrasi ve mazlumların adına yapıyormuş havasında. Benim cuntacılardan, doksanların faşistlerinden, Necdet Menzir’lerden, Mehmet Ağar’lardan bir beklentim yoktu zaten. Kenan Evren’den insaf beklemedim, Ecevit’ten de...
** Toplumun baskıya karşı direnci arttı mı peki?
- Türkler bu karakterde bir toplum değil. Bedeli göze alabilecek bir avuç insan var. Gezi’nin, tahminimce yüzde 20’si. İktidar sorunu sürekli köklüyor. Anlamak mümkün değil. Yalanı, suçu ortaya çıkmış bir insanın son şeyleri gibi... Çıkışsızlık öyle bir şeydir ki inanmak istediğine inana inana kendini yok etmeye başlarsın. Farkına varmazsın. Muhakeme gücünü, vicdanını, aklını yitirirsin.
** İktidara körü körüne destek veren bir kitle var. Yandaş basın, AK troller vs. Bunları nasıl izliyorsunuz?
- Eski versiyonlarından farkı şu: Bu adamlar besliyor. Devletin olanaklarıyla pratik olarak da, umutla da... Ama “Biz erdemliler hareketiydik, neye dönüştük” demeler, ayrışmalar başladı. Tarih, hiç gitmeyecekmiş gibi görünen güç ve iktidarların çöplüğüdür. Bu kitle güç kerametini başka birilerinde gördüğü gün onun peşine düşecek. Bu, kalabalıkların doğasında vardır. Kalabalıklar insanlardan oluşur ama mutantlaşarak... İnsan yalnızken insandır. Gücünü yalnızlığından ve kendisinden aldığı zaman insandır. Gücünü kalabalıktan alanlar insanlıktan çıkar.
** Gezi’deki ‘iyi insanlar’ nereye gitti peki? Sadece yüzde 20’si mi kaldı?
- Gezi duygusal bir onur hareketidir. Öyle bir hareket Türkiye’de örgütlenebilseydi 1980 yılında 12 Eylül yerine, sosyalist devrim olurdu. Daha iyi bir dünya uğruna örgütlenip, bunu kullanmaya muktedir bir halkımız yok bizim. En fazla olabilecek şey Gezi’dir.
** Hürriyet’e baskını nasıl izlediniz? Binaya giremedikleri için belki ölümlerin ucundan döndük. Başbakan Ahmet Davutoğlu ortaya çıkan dayak tehdidi görüntülerine “Dost meclisinde ifade edilmiş hususlar” dedi.
- Böyle giderse bir sene sonra mesela “Sen bizi yeteri kadar temsil edemiyorsun” diye Abdullah Gül’ün evi taşlanabilir, Ahmet Davutoğlu’na biri bir şey yapabilir. Bir sonraki aşama bu. Hukuk bir kere bile delindiğinde artık olmayan, yalan bir şeydir. O günlerde hukukun ırzına bir kere daha geçildi. Hürriyet gazetesi ‘gazetecilik’ yapmaya çalışıyor. Bu ülkede her ‘gazeteci’ bu hükümetin uygulamaları aleyhine yazmak zorundadır. Çünkü bu hükümet durmadan kötü şeyler yapıyor. O gün Sedat Ergin televizyona çıktığında tesadüfen Ahmet Hakan’ı izliyordum. Adamın gazetesinin kapısı kırılıyor, aşağıdan girdiler mi girmediler mi, haber bekliyor. Ama Ahmet Hakan ortalığı yakıp yıkan insanları sadece sağduyuya davet edebiliyor. Suç işleniyor kardeşim, ne sağduyusu! Durum bu kadar trajik, bu kadar üzücü.
** İktidarın gidişatını nasıl görüyorsunuz?
- Galiba ölümsüzlüğün sırrını buldular! Mesela Ahmet Davutoğlu’nu artık tanıyamıyorum. Nasıl bu hale gelebildiğini açıklayabilir misiniz sosyolojik açıdan? Yarın öleceğini bilen insanlar tarafından kurulu bir dünya bu! Öleceğini düşündüğün zaman her şey anlamını kaybediyor. Boynunda mezar taşınla gezmek gibi. Buna rağmen insanlar Ali İsmail’i öyle katlediyorsa, çocuklar, askerler ölüyorsa demek ki ölüm bilinci yok. Ya bir de ölümsüz olsaydık! Mad Max gibi olacaktı herhalde. 50 yaşında, 60 yaşında birinin bir ayağı çukurdadır. Ayağı çukurda adamlar, yarın bir kuruşunu bile götüremeyeceği paralar uğruna böyle paranoid, şizofrenik bir hayatı yaşamamıza nasıl göz yumabilirler? Bir başbakan birileri için yapılan dövme, öldürme planlarına nasıl “Dost meclisinde söylenmiş laflar” diyebilir? Küçücük bir çocuğun ölümüyle yetinmeyip, annesine de acı vermeye çalışılmasını nasıl açıklayabiliriz?
** Sizce?
- Wes Craven filmlerinin en önemli teması, ‘return of the repressed’ mevzuudur. Yani ‘bastırılanın geri gelişi’. Dışadönük davranışlarımızı içimizde onaylayamazsak, süperego bu davranışı onaylatmaya yönelik hastalıklı bir zorlama yapar. Üzerinde kruvaze ceket varken “Ben kefenimle geziyorum” dedirtir mesela. Buna ne gerek var? Şehit cenazelerine gidiyorlar, yaşları gereği yaşıtlarının cenazelerine gidiyorlar. Birinin toprağa koyuluşuna, üstüne toprak atılışına baksınlar... Cenazeye gelmiş insanlara baksınlar. Herkesin eli bağlı, boynu bükük ve çaresizlik içinde. İnsan budur. “Fanidir, bugün var, yarın yoktur.” Mesele bu. Ellerimiz böğrümüzde, boynumuz bükük, çaresizliğimizi kabul ederek bir makam yaratabilmek... Çankaya’nın, Saray’ın üstünde bir makam. Ancak o zaman insanlıktan yana bir tarafa gelmiş oluruz. Birbirimizden daha az korkarız. Yoksa yoldaki adama “Şimdi silah mı bıçak mı çekecek”, polise “Beni mi vuracak” diye bakarak bir hayat nasıl yaşanabilir?
** Kime oy vereceksiniz?
KİMSESİZ HİSSETTİĞİMDE YANIMDA BEŞİKTAŞ VARDI
** Hayatının merkezine Dostoyevski’yi, Nietzsche’yi koyan birinin futbola bu kadar tutkulu olması normal mi?
- Sanatçılar mıymıntıdır. Kendilerine proje olarak bakarlar. Takımlarını saklarlar. Doğal olan benimkidir. Tutkularım var. Karımı, kızımı da böyle sevdim; Beşiktaş’ı da. En kimsesiz hissettiğim zamanlarda Beşiktaş yanımda oldu.
** Futbola ‘kitlelerin afyonu’ diyenlere katılmıyor musunuz?
- Bu, toplumlara, sosyolojiye düz ve basit bakan solcuların icat ettiği bir fikir. Latin Amerika’da hiçbir zaman afyon olmamıştır. Direniş duygusunun, var olmanın karşılığı olmuştur. San Lorenzo’nun, Boca Juniors’un tribünü Che Guevara posterleriyle doludur. Futbol olmasa pek çok toplum ölür, ruhsuzlaşır.
** Beşiktaş’ta en sevdiğiniz kim?
- İlhan Mansız. Bu filmdeki çocuğun adı o yüzden İlhan.
** Neden?
- Bu kadar saf ama bu kadar gururlu, içe dönük, namuslu olması yüzünden... Beşiktaş’a tutkuyla bağlı olması yüzünden. Bir Gençlerbirliği maçı vardır. Kupa yarı finali. Yağmurlu bir günde 4 - 3 yenildik ve elendik. O şekilde yenilmeyi ve arkadaşlarının aymazlığını kabul edemedi. Yağmurun altında ağlayarak inanılmaz mücadele etti, goller attı. Beni ağlattı. O gün “Bu çocuk Beşiktaş’ın tarihidir” dedim.
** Bir Beşiktaşlı olarak kendi takımlarına aynı duygularla bakan Fenerlileri, Galatasaraylıları anlıyor musunuz?
-Bence bu iki takım, iktidar tutkusu ve her şeyi hak görme duygusuyla ülkedeki adaletsizliklerin zaman zaman temsilcisi durumunda. Fener, durduğu yer, tarihi bakımından, taraftarı bakımından biraz daha iyi bir yerde.
** Son dönemde iktidara direnen esas Fenerbahçe olmadı mı?
- Herkesten fazla direnç gösterdi. Ama bunu tartışmıyorum ben.
** En sevdiğiniz filminiz, başyapıtınız hangisi?
- Yönetmenin en ahlaklı yanı, teklifleri reddedip kendini sınamaya kalkmasıdır. Hiçbir yerinden tutulmayacak hikâyelerle, sevilmeyecek durumlarla, karakterlerle yapmasıdır bu sınavı. Bu açıdan ‘Yazgı’ ve ‘Bekleme Odası’. Ama içimde hâlâ yüksek duygular uyandıran film ‘Kader’. ‘Kader’i kendimi ikiye bölerek çektim. Bir yanım uzaktan bakan, ukala bir düşünür gibi; diğer yanım sabaha kadar Azer Bülbül dinleyerek, benden habersiz bir kızın evinin önünde karda ayaklarımın donduğu, altı ay hastanelerde yattığım duyguları hatırlamaya çalışarak... O filmde içimin titremesi başka oldu. Bazı sahnelerde “Ulan, bunları nasıl yazdım” dedim. ‘Bulantı’ için bir şey demeyeyim ama ‘Kor’un kurgusu bitti sayılır; galiba hepsine ayar verecek.
** Türk sinema tarihinde en sevdiğiniz yönetmen kim?
-Yılmaz Güney tabii ki. Lütfi Akad’ı da çok severim. Yönetmenin, yazarın, sanatçının özü ve ateşi olanını severim. Bundan mahrum olan toplayıcıdır, koleksiyonerdir. Filmi dakikasında anlarım. Yılmaz Güney’in Marksistliğine, solculuğuna rağmen öldüremediği o öz ve ateşten etkilenmemek mümkün değil. Çerçeveleri kalbinden, oyunculuk ruhundan geliyor, öbürü öfkesinden... Bütün benliğinizle verdiniz mi oluyor.
** Fabrikada, atölyede çalışmışsınız, işportacılık yapmış, hapse girmişsiniz. Bunlar mı o ateşi, özü yaratan?
- “Adam yaşamış. ‘Kader’i, ‘Masumiyet’i o çekecek tabii” diyorlar. Bu ülkede gençlerin büyük kısmının çocukluğu işportacılıkla, sokakta sürünmekle geçer. Hapishanede, okulda dayak yemekle geçer. Ben 12 Eylül’de işkence görmüş 600 bin kişiden biriyim. Neden onlar ‘Kader’i çekemiyor? “Çok yaşayan sanatçı olur” diye bir şey yok. Ukalanın teki olursun, fildişi kulende akşama kadar viski yudumlarsın. Fakat öyle bir vicdanın vardır ki hiç o sokağa inmeden daha iyi yazabilirsin. Keramet yaşadıklarımda değil, böyle bir insan olmamda.
** Son zamanlarda sizi en etkileyen film hangisi?
- Sivas. Çok büyük film. Uzun zamandır Türk sinemasında yaşamadığım heyecanı ve duyguları yaşattı bana.
Kaynak: Hürriyet
vol.25 kronolojik tam liste
meraklısına; vol.25 kronolojik tam liste. pic.twitter.com/l9i0DXWmzE
— tout va bien (@OnurTulum) 26 Eylül 2015
This Is England '90 / 1. Bölüm
This Is England ’86 ve This Is England ’88 şeklinde iki sezonu bulunan dizinin üçüncü sezonu olan This Is England ’90'ın ilk bölümü, keyifli seyirler.
Broken Flowers, 2005
Broken Flowers (2005)
Jim Jarmusch pic.twitter.com/wtGhNALgw8
— tout va bien (@OnurTulum) 21 Eylül 2015
Blank City, 2010
Yönetmen: Celine Danhier
"Blank City, 70’lerin ikinci yarısında New Yorklu avangard sinemacıları ve bunların filmlerini anlatıyor bize. Sık sık Jim Jarmusch, Deborah Harry, Steve Buscemi ve John Waters gibi aşina olduğumuz yüzleri ya da bu akımın içerisinde yer almış ve hep underground kalmayı yeğlemiş sanatçıları dinliyoruz. 70’lerin ikinci yarısının tekinsiz ve iflas etmiş New York’unu nasıl bir madene dönüştürdüklerinin vesikası. Dada’dan, Godard’dan, Sürrealizm’den, Rap’ten, Sade’dan, Punk’tan, CBGB’den, nihilizmden ve belki de bunların hepsini iç içe sunan büyük oyun alanları New York’tan ilham alan bu radikal sanatçılar cemaatinin sonu da, 80’lerin ortasında ekonominin toparlanması ve New York’un daha “pazarlanabilir” bir şehir olmasıyla gelmiş."
"Blank City, 70’lerin ikinci yarısında New Yorklu avangard sinemacıları ve bunların filmlerini anlatıyor bize. Sık sık Jim Jarmusch, Deborah Harry, Steve Buscemi ve John Waters gibi aşina olduğumuz yüzleri ya da bu akımın içerisinde yer almış ve hep underground kalmayı yeğlemiş sanatçıları dinliyoruz. 70’lerin ikinci yarısının tekinsiz ve iflas etmiş New York’unu nasıl bir madene dönüştürdüklerinin vesikası. Dada’dan, Godard’dan, Sürrealizm’den, Rap’ten, Sade’dan, Punk’tan, CBGB’den, nihilizmden ve belki de bunların hepsini iç içe sunan büyük oyun alanları New York’tan ilham alan bu radikal sanatçılar cemaatinin sonu da, 80’lerin ortasında ekonominin toparlanması ve New York’un daha “pazarlanabilir” bir şehir olmasıyla gelmiş."
Medianeras, 2011 (Replik)
İnsan eli değen her şey gibi, binalar da bizi birbirimizden ayırıyor. Seçkin insanlar A ya da bazen de B blokta oturuyorlar. Harfler ilerledikçe, apartman kötüleşiyor. Vaat edilen manzara ve ışık nadiren gerçekle örtüşüyor. Nehrine sırtını dönen bir şehirden zaten ne beklenebilir ki? Kilometrelerce uzanan bu kablolar bizi birleştirmek için mi yoksa ayırmak için mi? Kimse dışarı çıkmıyor. Cep telefonları, bizi hep birbirimize bağlayacağını vaat ederek, Dünya'yı işgal etmiş durumda. Mesaj çekmek ise: En güzel dillerden birinin sözcük dağarcığını ilkel, sınırlı ve kısık kelimelere indirgeyen, 10 tuşlu bir sistem. İleri görüşlü insanlar, geleceğin fiber optik kablolardan oluşacağını söylüyorlar. Evlerimizi işyerimizden bir tuşla ısıtabileceğimiz açıklandı. Tabii ya! Ne de olsa, evde yolumuzu gözleyen hiç kimse olmayacak.
Gaspar Noé’nun "Love" filminden üç yeni video yayınlandı
"3D olarak vizyona girecek yeni Gaspar Noe filmi Love, üç kişinin parçası olduğu bir aşk hikayesini anlatıyor. Başrollerinde Karl Grusman ve Aomi Muyock’u izleyeceğimiz filmden üç kısa klip görücüye çıktı.
Son olarak Enter The Void filmini izlediğimiz Gaspar Noe, yine uzun süren seks sahneleri ve kendine has anlatımıyla karşımıza çıkıyor. Arjantinli yönetmenin henüz Türkiye’de vizyona girip girmeyeceği bilinmeyen filminden yayınlanan “Miss Her So Much”, “Omi Is Pregnant” ve “Ultimate Fantasy” isimli üç klip aşağıdan izlenebilir."
"I Miss Her So much"
"Omi Is Pregnant"
"Ultimate Fantasy"
“Louder Than Bombs”tan kısa bir fragman
Başrollerinde Jesse Eisenberg, Devin Druid ve Amy Ryan’ın yer aldığı, Norveçli yönetmen Joachim Trier’in üçüncü uzun metrajı olan Louder Than Bombs‘tan kısa bir fragman görücüye çıktı.
Reprise ve Oslo, August 31 filmleriyle tanınan yönetmen, yine karanlık ve karamsar bir filmle karşımızda. Hayatını kaybetmiş bir savaş fotoğrafçısının çocukları ve kocasının hayata devam etme çabasını konu ediyor.
Reprise ve Oslo, August 31 filmleriyle tanınan yönetmen, yine karanlık ve karamsar bir filmle karşımızda. Hayatını kaybetmiş bir savaş fotoğrafçısının çocukları ve kocasının hayata devam etme çabasını konu ediyor.
Nada - Yeraltında
"Binlerce sorudan yalnızca biriyim ben
Cevapsız kalmayı sevenlerden
Belki yarım belki tamam
Yeraltında..."
Cevapsız kalmayı sevenlerden
Belki yarım belki tamam
Yeraltında..."
Slavoj Zizek, The Reality of the Virtual 2004
Yönetmen: Ben Wright
“Sanal gerçeklik”, yapay ortamda gerçekliğin taklit edilmesini ifade ederken, “sanallığın gerçekliği” ise Lacan’cı “Gerçek” kavramına karşılık gelir ve gerçek etkiler ve sonuçlar doğurur: bir matematiksel fonksiyonu ve bunun görsel temsilini ele alalım: buradaki biçim tamamen sanaldır ve gerçektir.
“Sanal gerçeklik”, yapay ortamda gerçekliğin taklit edilmesini ifade ederken, “sanallığın gerçekliği” ise Lacan’cı “Gerçek” kavramına karşılık gelir ve gerçek etkiler ve sonuçlar doğurur: bir matematiksel fonksiyonu ve bunun görsel temsilini ele alalım: buradaki biçim tamamen sanaldır ve gerçektir.
LOUIE LOUIE LOUIE LOUIE
Louis CK’in yazıp yönettiği ve kurguladığı dizisi Louie sekiz bölümlük beşinci sezonu geçtiğimiz hafta bitti. Henüz sezon yayınlanmadan önce Louis CK dizinin dördüncü sezondan daha komik olacağının sinyallerini de vermişti. Tüm bir sekiz bölüme bakınca Louis CK bu sözlerini hemen doğrulamak mümkün. Ayrıca dizinin bir film kurgusu inceliği taşıyor olduğu gerçekliğini de unutmamalı.
Genel olarak hayatın belirsizliklerinden, tuhaflıklarından, aksiliklerinden beslenen Louie için yolculuğun taşıdığı anlam Fransız filozof Gilles Deleuze’ün Claire Panel ile birlikte yaptığı L’Abécédaire de Gilles Deleuze (A’dan Z’ye Gilles Deleuze)’de V harfi için Voyage (Yolculuk) üstünedeki düşüncelerini anımsatır. Deleuze, seyahat etmenin nomadik yanını ayırır ve pratikte kendisinden örnekle bir konferansa giderken seyahatinde karşılaşılacağı şeylere, kişilere karşı belirli koşulları göğüslemesi gerektiğinin farkını ortaya koyar ve seyahat etmek bu anlamda belirli koşulları olan bir süreçtir. Louie’de de benzer bakış açısı vardır ve seyahat etmek artık onun için bir macera değildir.
Buradan hareketle Louie’yi dizide ikiye ayırmak gerekebilir; yönetmen Louis CK ve oyuncu Louis CK. Yönetmen Louis CK özellikle son iki bölümde kendi öz eleştirisini yaparken Louie’ye bir oyun oynuyor gibidir. Ama bu oyunda Louie yalnız değildir, kamerayla takipte olduğumuz Louie’nin bu yolculuğunda yönetmenin varlığını da çok hissederiz, hatta bir yerde onu fiilen görür gibiyizdir de. Louie’nin yolculuğunun başında kayıtsız kaldığı, sıradan bulduğu kişiler birden en ilginç halleriyle ortaya çıkar, hayatın sıradanlığı bakış açısını değiştirdiğimizde inanılmaz bir maceraya dönüşür. Louie bunu fark etmez ama yönetmen bunu Louie’ye göstermek ister ve sekizinci bölümde Louie eski zanaatlar fuarında ‘Zaman içinde yolculuk’ çadırına girerken yönetmen de kamerasıyla ona eşlik eder. Burada yol, yolculuk düşsel bir boyut kazanır ve Louie’nin sezon başındaki bir hapishanede yaşıyormuş gibi sıkışmış, kaygılı hali kendini rahatlamaya bırakacak gibidir, seyirci olarak Louie’nin ruh halinin değişeceğine inanmaya başlarız. Burada onun zıttı karakter komedyen Kenny ile olan diyalogları da bu açıdan önemlidir ve belki de sezonun en komik diyaloğuyla Louie bir çözülme geçirir. Tabii ki buradan hareketle de Louie için de yol, yolculuk sıradanlığını bir kenara bırakmaya başlar ama yazar ve yönetmen Louis CK’in Louie’ye ve seyirciye sürprizi bitmez hayatın sıradan olmaktan çıkması onu gerçekliğinden uzaklaştırmaz düşüncesiyle karşılaşırız.
Beşinci sezonu yol öyküsüyle biten Louie’nin beklentileri bir adım daha yükselttiğini söyleyebiliriz. Komediyi Seinfeld ve Curb Your Enthusiasm’dan sonra sıradan hayat hikayelerinden beslenen inanılmaz maceralara dönüştürür. Son zamanlarda televizyon için yapılmış ve komedi dizilerini farklılaştıran bağımsız bir yapım olma konusundaki tekliğini de korur.
Yazı: Müge Yıldız
Kaynak: bantmag
Mr. Robot (Dizi) s01e01
Bu yaz bu diziyi ıskalamayın. Başlangıç olarak pilot bölüm yayınlandı. 25 Haziranda başlayacak bölümüyle devam edecek. Yukarıdaki pilot bölüme bir göz atmanızı öneririm.
Şu da ufak bir spoiler olsun:
-Toplumda seni bu kadar hayal kırıklığına uğratan şey ne?
+Bilemiyorum. Hepimiz çocukların sırtından milyarla kazandığını bilmemize rağmen Steve Jobs'ın harika biri olduğuna inanmamız mı? Ya da belki tüm kahramanlarımızın sahte olduğunu hissetmemizdir. Dünyanın kendisi bile büyük bir aldatmaca. Birbirimizi fikir gibi maskelediğimiz saçmalıklarla doldurmaktan, sosyal medyada samimiyet taklidi yapmaktan başka ne yapıyoruz?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)